Peygamberimiz Cami ve irşad
Düşünce, irade ve muhakeme kabiliyetiyle mahlukat arasında müstesna bir yeri olan insan, kendisine bahşedilen imkân ve nimetler karşısında dini, ahlaki, içtimai ve hukuki bakımdan sorumluluk sahibi bir varlıktır. İnsanın en temel sorumluluğu, varlığını, mülkün yegâne sahibi Yüce Allah'a borçlu olduğunu bilmek ve O'na hakkıyla kulluk edebilmektir. Bu minvalde her daim iyiye, doğruya, helal ve temiz olana yönelmek; kötülükten, günahtan, haram ve münkerden sakınmaktır. Yüce Allah, Kur'an-ı Kerim'deki "İnsan kendisinin başıboş bırakılacağını mı zanneder?" ayetiyle söz konusu sorumluluğa işaret etmektedir.
Başıboş bir şekilde yaratılmayan insanın kendi görev ve sorumluklarını öğrenebilmesi için, irşada yani doğru bir inanca ve bilgiye sevk edilmeye ihtiyacı vardır. İnsanın irşada olan ihtiyacını anlamak için önce insana ve ihtiyaçlarına göz atmak gerekmektedir. İnsan Allah’ın mükerrem kıldığı, ahsen-i takvim vasfını bahşettiği ve yeryüzünde kendi ahkamını tatbik edip adaleti sağlamak üzere halife kıldığı yüce bir varlıktır. İnsana düşünebilmesi için akıl bahşetmiş ve verdiği bu akıl nimetinden dolayı sorumlu kılmışsa da aklın doğru işleyip yanlışa sürüklenmemesi için peygamberler gönderip insanları irşad etmeyi de ihmal etmemiştir.
Kur'an'da irşadın kökü olan rüşd, daha çok fıtri bir akıl, olgunluk, doğru yol ve sağduyu anlamında kullanılmıştır. Nitekim küçük yaşlarından itibaren tevhid arayışı içerisinde olduğu için Hz. İbrahim'den Kur'an'da: "Biz İbrahim'e rüşd/doğru düşünme yeteneği vermiştik.”[1] ifadeleriyle bahsedilir. İrşad ise insanları fıtri aklın ve dinin/şeriatın uygun ve düzgün gördüğüne çağırmak ve doğruya delalet etmek demektir. Hz. İbrahim'in tevhid mücadelesi bir irşada erdirme faaliyet ve çabasıdır.
Rüşde ermek, Allah'ın hidayetine ulaşarak doğru yolu bulmak demektir. Nitekim Kur'an'da buyrulur: "Allah kime hidayet verirse işte o rüşde/doğru yola ermiştir. Kimi de hidayetten mahrum bırakırsa artık onu doğru yola yöneltecek bir rehber bulamazsın.”[2]
Kur'an, Hz. Peygamber'in, her şeye rağmen ashabına daima doğruyu anlatıp onları irşad etmesini, Allah'ın da onlara imanı sevdirip gönüllerine süslü göstermesini; küfür ve isyanı ise çirkin göstermesini şu ifadelerle anlatır: "Bilesiniz ki Allah'ın Resulü aranızdadır. O birçok konuda size uysaydı, siz sıkıntıya düşerdiniz. Fakat Allah size imanı sevdirdi ve onu gönüllerinize güzel gösterdi. İlahi emirleri yapmamayı ve Allah'ın yasaklarını işleyerek ona isyankâr olmayı da size çirkin gösterdi. İşte böyle olanlar irşada ermiş olanlardır. "[3] Bu ayetten de anlaşıldığı üzere insanlar, Yüce Allah’ın irşad için gönderdiği peygamberlere tam bir teslimiyetle tabi olmalıdırlar.
Peygamberlerin öneminin anlaşılması için görevlerinden de bahsetmek yerinde olacaktır. Peygamberlerin görevleri, sadece din tebliğciliği ve davetten ibaret değildir. Onlar tebliğ ettikleri kitap ve çağırdıkları din istikametinde insanları eğitmek, tezkiye etmek, irşad ile onlara rehber olmak durumundadır. Hayata dair bilginin, teoriden pratiğe yansımadıkça etkisi pek olmaz. En etkili bilgi, uygulanan ve hayata yansıyan bilgidir. Bu yüzden insanlar tabiatları gereği her zaman nasihat, öğüt ve irşada ihtiyaç duyar. Kur'an'daki "Öğüt müminlere fayda verir."[4] mealindeki ifadeler bunu doğrulamaktadır. Fert ve topluma ayrı ayrı baktığımızda her ikisinin de ıslahı sorumluluk olarak Müslüman'ın boynundadır. Ferdin kendi kendini ıslah etmesi ve sadece kendi nefsiyle meşgul olması yetmez. Çünkü fert toplumun gidişatından da sorumludur ve toplum fertlerinin akli, zihni, kalbi ve ahlaki olarak şekillenmesi toplum içinde tamamlanır ve insan, mensup olduğu toplumun rengini ve boyasını taşır.
Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) ise, nasıl ki bir komutan, aile reisi, arkadaş, komşu vesair tüm alanlarda bize örneklik teşkil etmiş ise, bir mürşid olarak da irşad görevinin nasıl olması gerektiği hususunda bizlere en güzel şekilde örnek olmuştur. O, her daim irşad görevini yürütürken insanlara sevgi ve merhametle yaklaşmış, yapmış olduğu davet ve irşad görevini sürdürürken muhatapları tarafından karşılaştığı zorluklar karşısında bırakın onlara karşılık vermeyi yahut beddua etmeyi, Allah tarafından başlarına bir bela gelir de azaba uğraya bilirler diye onlar için Allah’a yakarıp “onlar bilmiyorlar” yahut “belki onların soyundan iman eden bir topluluk çıkar.” Diyerek onlar adına Allah’a mazerette bulunmuştur. Müşriklerden gördüğü isteksizlik ve inat karşısında ise hiçbir zaman yılgınlık ve ümitsizlik göstermemiştir.
Hz. Peygamber konuşurken nezaketi elden bırakmaz ve muhatabına kırıcı ve incitici bir tarzda hitap etmezdi. Nitekim Enes b. Malik, Hz. Peygamber'in hiçbir zaman söven, kötü sözler söyleyen ve lanet eden biri olmadığını belirtmiştir. O, en azılı müşriklere dahi gelecekte iman edebilecek kimseler arasında olabilecekleri ümidi ve ihtimali ile kötü söz kullanmamış ve bedduada bulunmamıştır. Yanında beklenmedik bir üslupla konuşanları da en güzel şekilde eğitmiştir. Bir genç Hz. Peygamber'e gelip "Ey Allah'ın Resulü zina etmeme müsaade et." diyerek izin ister. Olaya şahit olan ashabın canı sıkılır ve onu azarlar ve susturmaya çalışırlar. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s) gence, kendi annesi, kızı, kız kardeşi, halası ve teyzesi ile bir başkasının zina etmesini hoş karşılayıp karşılamayacağını sorar. Genç de böyle bir duruma hoşnutluk göstermeyeceğini, bunu kabul edemeyeceğini söyler. Sonra Resûlullah (s.a.s) bu genç hakkında şöyle dua eder: "Allah'ım onun günahlarını bağışla, kalbini temizle, namusunu koru." Genç, bu hadiseden sonra böyle olumsuz ve kötü şeylere iltifat etmemiştir. Bu örnekte de görüldüğü üzere Peygamberimiz genci azarlayıp huzurundan kovmamış, onun gönlünü okşayarak, uygun bir dil ve kavl-i leyyin ile doğru olanı, muhakeme etmesini sağlayarak anlatmıştır. Böylece olumsuz bir başlangıç, olumlu bir tebliğ dili ve üslubu sayesinde eğitsel bir sonuçla tamamlanmıştır.
Mescit ve camilere gelince, bilindiği üzere Hz. Peygamber, İslam eğitim ve öğretimi nin çekirdeğini teşkil edecek Mescid-i Nebevi'de ve bu mescid inşa edilinceye kadar namazların kılındığı Medineli Ebu Umâme Es'ad b. Zürâre'nin (ö. 1/623) kendi imkânlarıyla oluşturduğu mescidinde İslam'ı tebliğ etmiş, ilahi emirleri açıklamış, ashabını eğitmiştir. Bütün bunlar İslam'ın ilk yıllarından itibaren camilerin insan eğitiminde büyük bir öneme sahip olduğunu ortaya koymaktadır.
Esasında namaz ibadeti ile bir araya gelinmekle birlikte, Mekke döneminden itibaren yapılan şey bir irşad ve eğitim etkinliğinden başka bir şey değildi. Müslümanlar yeni ve son din İslam'ın öğretisine ilişkin ne varsa her şeyi Hz. Peygamber'e sorarak bu vesile ile öğreniyorlar ve yetişiyorlardı. Mümin ve Müslüman kimliğine bürünmenin gereklilikleri söz konusu bir araya gelmelerde daha verimli ve etkili oluyordu. Bu yüzden Hz. Peygamber, Medine'ye hicretten sonra ilk iş olarak Mescid-i Nebevi'yi inşa ettirmişti. Burada ilk zamanlar için daha çok kim sesiz genç Müslümanların barındırılmasını gözetse de aslında bir eğitim öğretim mekânı olarak "suffe" denilen, yerden biraz yüksek ve üzeri hurma dallarıyla kaplı özel bir alan oluşturmuştu.
Sonuç olarak bizler için üsve-i hasene olan Hz. Peygamber’in izinden giden bir ümmet olarak, irşad vazifesini her daim ihmal etmeksizin O’nun metoduyla uygulamak ve bunun için asrı saadette olduğu gibi camilere aktif ve canlı bir şekilde kullanmak biz Müslümanların en mühim vazifelerindendir. Bu aynı zamanda bir bakımdan emri bi’l-maruf’un gereği olması hasebiyle ayette belirtildiği üzere hayırlı bir ümmet olmanın da gereğidir.
Sedat TİMOÇİN
Vaiz